9 Mayıs 2023 Salı

Kayıp Kütüphaneler, Sinemada Toplumumuzun Aynası ve Pandora'nın Kutusu




İnsanlığın yaşadığı önemli yıkımlar arasında kütüphanelerin kaybı da yer alır. Dünya tarihinde yerle bir edilen, ortadan kaldırılan kimi kütüphanelerin hikayelerine sıkça denk gelebilmek mümkün. Kütüphanelerin yaşadığı tüm felaketlerin bir araya getirildiği oldukca değerli bir kitaptan bahsetmek istiyorum: "Kayıp Kütüphaneler- İlk Çağdan Bugüne Büyük Kitap Koleksiyonlarının Yok Oluşu"


James Raven'ın editörlüğünde on dört makalenin derlemesiyle oluşturulan bu eser, Ketebe Yayınları tarafından Nisan 2023'te yayımlandı.

Kütüphanelerin yok olmasının etkileri, bir bina ve eşya kaybından çok daha ötesine uzanır. Bu durum, entelektüel, siyasi ve kültürel birtakım sonuçlar içerir. Toplumların tarih içindeki gidişinde önemli dönüm noktaları arasında kütüphanelerin karşı karşıya kaldığı bu olaylar benzersiz yer tutar. Kaybolan kütüphaneler, beraberinde kültürleri ve toplumların hafızasını da götürmektedir. Bu kitap ile tarihte kütüphanelerin ne kadar çok istila, yağma, sel, yangın ve savaş ganimeti olarak ortadan kaldırılması olaylarına maruz kaldığını şaşkınlıkla görüyoruz.

Mezapotamya ve İskenderiye'nin kaybolan ünlü kütüphanelerinden Nazilerin Yahudi kütüphanelerini ortadan kaldırmasına ve son asırlarda işgal edilen yerlerden Tibet, Bosna ve Bagdat'taki kütüphanelerde yaşanan yağma olayları geniş şekilde tartışılıyor. Kitap ilerledikçe görüyoruz ki tarih boyunca neredeyse tüm kütüphaneler felaketlerle karşı karşıya kalmış. Buna 21. yüzyıldan örnekler de dahil.

Kitap henüz ilk sayfalarından ABD'nin Irak'ı işgaliyle yaşanan Bağdat kütüphanesindeki yağma olaylarını ve bunun Irak kültüründe telafisi imkansız olabilecek etkilerini tüm çarpıcılığıyla ortaya koyar. Devamında, şehrin tarihinin bu kütüphane yıkımlarıyla dolu olduğu gösterilir: "Cengiz Han'ın torunu on üçüncü yüzyılda şehri yakmış ve söylendiğine göre Dicle nehri, kitapların mürekkebi yüzünden siyah akmıştı. (...) Dicle'ye o kadar çok kitap atılmıştı ki adeta at sırtındaki adamları taşıyabilecek bir köprü oluşmuştu."

Eser, François Truffaut'nun Fahrenheit 451 uyarlamasını konu alan "Kitapları yakın" adlı bölümle sonlanıyor.

Yazının bu kısmını sonlandırırken Umberto Eco'nun, orta çağda yangınla yok olan bir manastırın kütüphanesinde geçen "Gülün adı" romanından şu alıntıya bakalım: 
"Kitap kolayca incinebilen bir yaratıktır; zamanın geçmişi acı verir ona; kemirgenlerden, kötü havalardan, beceriksiz ellerden korkar. Yüzyıllar boyunca, her önüne gelen elyazmalarımıza canı istedigi gibi dokunabilseydi bugün onların büyük bir çoğu var olmazdı. Böylece kütüphaneci onları yalnız insanlardan değil, doğadan da korur ve yaşamını, gerçeğin düşmanı olan unutuşun güçlerine karşı yürüttüğü bu savaşa adar."

Sinemada Toplumumuzun Aynası

Son bir yıla damga vuran yerli filmlerinden Kurak Günler ile Karanlık Gece ve prömiyerini geçen ay 42. İstanbul Film Festivali'nde yapan Boğa Boğa filmleri, toplumun kabuslarına ışık tutuyor. Dikkat çeken bu yapımların, ortak bir özelliği mevcut: şehirli eğitimli bireyin, Anadolu insanının gazabına uğraması. İlk iki filmde ve ayrıca Tayfun Pirselimoğlu'nun Kerr filminde yozlaşmış toplumun yok edici hali "Obruk" metaforu ile ortaya konulmuş iken Boğa Boğa bu noktada farklı çok sayıda metafora başvurur.

Toplumun kendisiyle yüzleşebilmesi ve gerçeklerine ayna tutabilmesi açısından Emin Alper, Özcan Alper, Onur Saylak önemli bir işe girişmiş bulunuyor. Filmlerinde, şehirlinin ve ötekinin taşrada maruz kaldığı linç ve bunlarla bağlantılı olarak ana karakterlerini suça ortak edilişlerini görürüz. Filmlerde politik bir sıkışmışlık ve aciliyet hissi hakim. Yalnız, ıssız ve melankolik karakterler vardır ancak filmler hızlı akmakta ve bolca yakın plan, hareketli kamera kullanılır; bu tekniklerle gerilimin ve korkunun baskın hâle gelmesi, insanların politik ruh haline dair çok şey yansıtır.

Pandora'nın Kutusu

Pandora'nın Kutusu, 20. yüzyılın önemli Japon yazarlardan biri olan Osamu Dazai tarafından ölümünden 3 yıl önce kaleme alındı. Tüberküloz hastası bir gencin hastanede yatarken başından geçen olaylarla ilgili olarak arkadaşına yazdığı mektuplardan oluşur. Bu hastane, alışılmışın dışında bir tedavi merkezidir ve insan iliskilerinin pek cok açıdan sahneleneceği bir yer olacaktır. Yazar, diğer eserleri gibi otobiyografik öğeler taşıyan bu romanında İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya'da bireyin yaşadığı buhrana ve umut arayışına ayna tutmaktadır.

Kitabın geçtiği 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı sona ermiş, Japonya yenilmiştir. Hasta ve gelecekten umutsuz bir adam, tıpkı o sıralarda ülkesinin yapmaya çalıştığı gibi hayatını yeniden inşa etmek zorundadır. Tarlakuşu lakaplı bu genç adamın, herkesin takma isimler kullandığı bir sanatoryumda ilginç bir hasta ve hastabakıcı topluluğuyla geçirdiği günleri okuruz.

"Kendimi yeni yapılmış, büyük bir gemideymişim gibi hissediyorum.Bu gemi nereye gidiyor acaba? Hiç kimsenin tecrübe etmediği, tamamen yeni, bakir bir rota olduğuna dair belli belirsiz bir önsezi duyuyorum."

Dazai, zengin bir ailenin 12 çocuğundan biri olarak dünyaya gelir ancak mensubu olduğu sosyal çevreye uyum sağlamak konusunda çok da başarılı olamamıştır. Pek çok davranışıyla ailesi tarafından reddedilmesi söz konusu olmuştur.

Eserlerinde sıklıkla yalnızlığı işler. İntihar notunda yazan "Doğmuş olduğum için beni affedin" cümlesi özellikle Japon kültüründe iz bırakmıştır.

Kitaptaki şu satırlar, romanın ismine yönelik fikir veriyor: "Yunan mitolojisindeki Pandora'nın kutusu hikayesini bilirsin. Açılmaması gereken kutu açılır açılmaz hastalık, keder, kıskançlık, açgözlülük, şüphe, ihanet, açlık ve kin gibi akla gelebilecek her türlü kötülük ve uğursuzluk kutudan sürünerek kaçmış, gökyüzünü kaplayarak uçup gitmiş. Bundan sonra, insanlar ne yazık ki sonsuza kadar sefalet içinde acı çekip kıvranmak zorunda kalmış. Ancak kutunun köşesinde haşhaş tanesi kadar küçük, parıldayan bir taş kalmış ve taşın üzerine belli belirsiz "umut" kelimesi yazılmış."

Eser, Ocak 2023'te İthaki yayınlarından İrem Akçay çevirisi ile yayımlandı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder